EVİNDAR A. DURAN
Osmanlı’da felsefe var mıydı? Bu soru, aksini güçlü ve etkili biçimde savunanlara rağmen, “Yoktu” cevabını bekler ve ardında, söyleyenine göre değişen duyguları barındırır: Olmasını arzulayanlar için hayıflanma, olamayacağından emin olanlar için küçümseme... Cevap, aynı zamanda düşünce yokluğunu da ima eder; “Yaşıyorlardı, bir şeyler yapıyorlardı ama düşünmüyorlardı” denilmektedir özetle. “Doğulu düşünmez” kaba şarkiyatçı nutkunun büründüğü binbir biçimden biridir bu. Dimitri Gutas’ın başlangıç zamanlarından bugüne doğru gelen araştırmalarında varlığı görülen Osmanlı medreselerindeki felsefe geleneğini ya da Süleyman Hayri Bolay’ın Hilmi Ziya Ülken ekolü diyebileceğimiz tarzıyla savunudğu “Elbette vardı, hem de her devirde” yanıtını bir kenara bırakalım, bugünden geriye giden araştırmalar “Yoktu” hazır cevabının gücüne pek bir kapılmış gibidir.
**
Soruyla başladık, soruyla devam edelim: Diyelim ki felsefe yoktu gerçekten, düşüncenin olmaması mümkün mü? Osmanlı nasıl düşünürdü, neyle düşünürdü, düşündüklerini biz nerede, nasıl buluruz? Bu soruları ciddiye alıp yanıtlamaya çalıştığımızda elbette öncelikle tarih ve edebiyatla karşılaşacağız. Ancak bu kısa yazının konusu bu değil; daha çok kavramsal alanla ilgili, o alanda iş görmeyi amaçlayan yani felsefe alanına girecek ya da felsefeyle ilişkilendirilecek çalışmalar.
Tuhaf görünecek bir cevap verelim: Felsefe belki vardı, belki yoktu, ama felsefe kitapları vardı, en azından son dönem adlı adınca vardı. “Yoktu” cevabının gediklileri için bu durumu değiştirmez, o felsefe kitaplarında felsefenin lafzı vardır, kendi değil. Buradaki nutuk da bilinir: “Ahmet Mithat Efendi, Beşir Fuad, Mehmet Emin Erişgil, Abdullah Cevdet, Rıza Tevfik, ve ilah. filozof olmadıkları, olamadıkları (!) gibi, felsefeyi de anlamamışlardı.” Bu çok çiğnenmiş kalıp söz, sadece belirli bir felsefe tanımına yaslanarak daha uzun süre yaşacağa benzer.
**
Neyse ki vardı-yoktu papatya falının ötesine geçmeyi sağlayacak alçakgönüllü, ciddi ve ısrarlı bir mesai sürüp gidiyor: Osmanlı Felsefe Çalışmaları Atölyesi’nin felsefe serisi, Osmanlı döneminde felsefeyle, filozoflarla, felsefi sorunlarla ilgilenen okur yazarların işlerini yeni alfabeye kazandırıyor. Elbette onlar, “Tabii ki Osmanlı’da felsefe vardı” diyor. Atölyenin ustaları, Erzurum Atatürk Üniversitesi’nden bir grup akademisyen. “Felsefe vardır” diyenler de, “Yoktur” diyenler de konuşmaya devam edebilmek, ezber dışında sözler edebilmek için bu fikir işçilerinin ürünlerine başvurmaya mecbur. Atölyeden çıkan ürünlerin tartışmasız en önemlisi Ziya Gökalp’in sürgünde verdiği ‘Felsefe Dersleri’nin defterleriydi. Türkçe düşünce arkeolojisinin bu heyecan verici keşfi, kitapçı raflarında ziyaretçisini bekleyen bir anıt. Ekibin paylaşıma açtığı bu mirastaki eserlerin sadece felsefe meraklılarına seslendiğini düşünmek büyük hata. Atölyeden çıkan işlerden, felsefeden sonra başta dilbilim ve sosyoloji olmak üzere sosyal disiplinlerin hemen hemen hepsine bir pay var.
**
Türkiye’de genel olarak düşünmenin, özel olarak felsefenin tarihi kaynaklarına ilişkin saygın bir çabayı sürdüren bu yücegönüllü ekibin paha biçilmez ürünleri arasında Beşir Fuad’ın ‘Voltaire’i de yer alıyor. Kısa sürede gözden geçirilip genişletilmiş ikinci baskıyı yaptı. Kitap hem orijinal metnin Latin alfabesiyle sunumunu hem de sadeleştirilmiş Türkçesini içeriyor. Özetle ‘Voltaire’, dizideki diğer bütün kitaplar gibi değerine paha biçilemeyecek bir çalışma.
**
Kitabın yazarı Beşir Fuad, bilek damarlarını keserek intihar eden, kestikten sonra oturup ölüme gidişini yazan Osmanlı dönemi düşünce adamlarından. “Osmanlının ilk pozitivistlerinden, natüralist” olduğunu söylemek adettendir. Ancak ‘Voltaire’ine bakınca bir pozitivist görmek pek mümkün değil. Voltaire’i, “ilimle fenle aydınlanmış, ikisine de düşman olan Hıristiyanlığın tezlerini darmadağın etmiş biri” diye överken, bir pozitivist olduğunu söylemek en az iki nedenle çok zor: Öncelikle, üstadına yönelik övgüsündeki terimlerin tamamı gerçekte dinsel söylemden aktarmadır, rahatlıkla bir din alimi içinde geçerli olabilir; örneğin Voltaire, “kurtuluşa ermiş” bir kişidir. İkinci olarak Beşir Fuad, tamamına katıldığı Hıristiyanlığa yönelik eleştirilerin Müslümanlığa yöneltilmesini hiç hoş karşılamayacaktır; İslam’ı savunmakta, pozitivist aklın aksine hiç bir beis görmez. Karşı çıktığı ya da değersiz gördüğü şey ‘bilim’e karşı ‘din” değil de, ‘bilim adamı’na karşı ‘din adamı’dır; hatta din adamının belli bir türüdür.
Her halükarda, intiharına “Kağıthane’de eğlenceye gider gibi” hazırlanan bu Osmanlı düşünce adamının imgesi, ölümünün yarattığı travmayla birlikte bugüne kadar gelir; bu imge, “Doğu-Batı” tartışmasının göbeğinde yer alır. Döneminin bir diğer ünlü ismi, dostu ve rakibi Ahmet Mithat Efendi’yle girdiği tartışmada ‘Hayaliyun’ akımının aksine ‘Hakikiyun’ tezini savunur. İlk kavram romantizm başta olmak üzere ‘idealist’ akımların toptan adıyken, ikinci gerçekçilik ve naturalizm gibi benzemezleri kapsamına almaya eğilimlidir. Yaşça hayli büyük olan Ahmet Mithat Efendi, bu çok değer verdiği, savaş gazisi genç adamın intiharıyla sarsılır, duygu ve düşüncelerini çok güzel bir kitaba döker. Bir tür şehit saygısıdır onunki; düşünce şehididir Beşir Fuad. İki dostun tartışması çoğu defa, “Batıcı, aydınlanmacı genç yazara karşı doğucu, gerici yaşlı yazar” karşıtlığı çerçevesinde ele alındıysa da, doğucu denilecek olanın batıcı yanları, batıcı olanın da doğucu yanları öyle kolayından yabana atılacak gibi değildir. Çünkü zamanla derinleşip kalınlaşan bu iki çizginin o dönemlerdeki hali, ancak dönemin (ve dönem eserlerinin) yeniden değerlendirilmesiyle anlaşılabilir.
Dönemdaşı Ahmet Mithat Efendi’nin kalbindeki sızıda somutlaşan Beşir Fuad travması, 100 yıl kadar sonra Enis Batur’un şiirindeki şu dizeyle yankılanır: “Beşir Fuad, yanlış kardeşim benim” Yanlış ne? Nerede? Kimde? Hala yanıtını arayan sorular.
Erzurum’daki atölyenin her işi, yanıt arayışından vazgeçmeyenler için hem bir yas hem de bir hafıza çalışmasıdır.
(Radikal Kitap, 18 Mart 2011)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder