11 Ağustos 2011 Perşembe

Çocuk felsefeden ne anlar?


Çocukların felsefeyle işi ne? Felsefe, malum, her şey hakkında olduğu gibi çocuk, çocukluk hakkında da bol söz üretti, üretiyor. Fakat çocuklar felsefeyle ne yapar? Felsefe çocuklarla ne yapar? Bir filozof çocuklarla ne konuşur, nasıl konuşur? Felsefe aslen kendisini çocukluktan ileri, uzak bir yere kondurur; o çocukluktan çıkıştır, tanrılara has bir iş olarak kavranagelen düşünme eylemiyle insanlığın çocukluğunun geride bırakılmasıdır. Felsefe dersleri, felsefe eğitimi, eğitimin çocukluktan yetişkinliğe, yani artık çocuk olmayana yönlendirme amaçlı genel arzusu çerçevesinde şekillenir. Çocuklar felsefeye hazırlanır, ama onlarla felsefe yapılacak değildir. Felsefe yapmaya başlayacaklarında, artık çocuk da olmayacaklardır. Bu yüzden felsefe çocuklarla değil, en erken gençlerle işe koyulmayı tercih etmiştir. Çocukların felsefeyle işi olabilir mi, olursa ne olabilir sorusunun yanıtı da böylece belirlenir: Hazırlanmak. Oysa hiç de böyle olmayabilirmiş! Çocuklarla felsefe konuşulabilir, eğitsel eğip bükmelerden geçmiş haliyle değil, düpedüz felsefi sözün kendisi çocuklara yönlendirilebilirmiş. Elbette cevap, soru baklemek üzere. Fransız filozof Jean Luc Nancy’nin ‘Tanrı, Adalet, Aşk, Güzellik’i, aslında (6-12 yaş arası) çocuklara verilmiş dört konferansın kitaplaştırılmış hali. Her konuşmanın bitiminde çocuklardan sorular alınmış, yanıtlar verilmiş.
Ana dinleyici kitlesi çocuklardan oluşan bir topluluğa yönelik bir konuşmada (tanrı, adalet, aşk ve güzellikten gereğince söz edecek) düzey ne olabilir? Ancak kitap okununca anlaşılıyor ki ne filozof küçüklerle küçük oluyor, ne de ‘küçük konferans’ deyimi konuların küçültüldüğüne işaret ediyor. Konularsa zaten yeterince büyük; sadece felsefede değil, her türden düşünce alanında, sayısız kültürde, sayısız insan tarafından sorun edilmiş, belki sonsuza kadar da edilecek. Öyle ya, tanrı, adalet, aşk ve güzellikten bahsediyoruz. Küçük konferansların daha ilki, filozofun karşı karşıya olduğu zorluğu aşma stratejisini gösteriyor; düzeyi düşürmek, küçükle küçük olmaya çalışmak yerine, açıklığa yaslanmak. Açıklık sadece sunumunun bir özelliği, ilkesi değil, aynı zamanda özenle geliştirilmiş bir kavramı Nancy’nin. Yine din bahsinden başlayarak düşüncelerini dillendirirken esasen Hıristiyanlığın bir tür dekonstrüksiyonuna yaslanarak yol alıyor. Platon, Kant ya da Derrida gibi kavram gücündeki özel isimleri zikretmekten kaçınmasa da, felsefi jargonu neredeyse sıfıra indiriyor; çocuklaştırma değil yaptığı, daha çok, hayli özgün bir sadeleştirme, açıklaştırma. Çünkü konu teknik felsefi dile yaslanan nutuklar olunca, sadece çocuklar değil, hayli mürekkep yalamış yetişkinler de kendilerini aciz hissedebilir kolayca. Scwarzenegger ya da Harry Potter gibi popüler kültür figürlerinin sunumunda yer bulması da tek başına çocuklar düşünülerek değil, düşünülenleri aktarmak için seçilmiş bir yol.
Katılımcılar soruyor: Gökyüzü nerede başlar acaba? Yahudi tanrısının adının, çağrıldığı gibi adlandırıldığını insanlar nereden biliyor? Bir gün tanrının var olup olmadığından emin olabilecek miyiz? Neden bir dine inandığımızda, aynı zamanda başka birine daha inanamıyoruz? Aslında bu küçük konferansları, çalışmaları yavaş yavaş Türkçeye çevrilmeye başlanan Jean-Luc Nancy’nin düşüncesine bir giriş olarak okumak da mümkün. Dahası, aslında felsefeye giriş kitabı olarak da okumak da yerinde. Thomas Nagel’in, ‘Her Şey Ne Anlama Geliyor/ Felsefeye Küçük Bir Giriş’ kitabı örneğin, lise çağı gençleri için kaleme alınmış özel bir giriş kitabıydı; Nancy’nin dört konferansı da rahatlıkla aynı çerçevede değerlendirilebilir; birlikte okunabilir. Nancy’yi merak edecekler için çok önemli bir çalışma da, çeviriyi yayınlayan MonoKL ekibinin hazırladığı MonoKL dergisi oldu. Derginin 10. sayısı Jean-Luc Nancy özel sayısı olarak çıktı. Hem dergi hem de kitap için, Nancy’nin kitaptaki bir cümlesini tekrar tmek yerinde olur: “Güzel hakikinin parıltısıdır.”
Not: Yeni Şafak’ta Ömer Lekesiz (11 Temmuz 2001), filozofun İslam konusunda konuşur ve sözü Hallac-ı Mansur’a getirmişken Massignon’dan iktisap ettiği bir hataya bir dikkat çekti; ‘hata avcılığı’ yaparak değil asla, gülümsenip geçilecek bir olağan hal olduğu müşahadesiyle.

TANRI, ADALET, AŞK, GÜZELLİK
Jean-Luc Nancy
Çeviren: Murat Erşen
MonoKL Yayınevi
2011, 342 sayfa


(Radikal Kitap, 22 Temmuz 2011)

7 Ağustos 2011 Pazar

Dostlarını arayan mektuplar

EVİNDAR A. DURAN
Felsefe metinleri dostlara yazılmış hacimli mektuplardır. Jean Paul adıyla yazan Alman Şair Johann Paul Friedrich’in kitaplara ilişkin bir sözünden hareketle bunu söylüyor Alman düşünür Peter Sloterdijk. Düşünürün Türkçeye ‘İnsanat Bahçesi İçin Kurallar’ adıyla çevrilen ve çok tartışılan metnine göre eski Yunan’dan itibaren böyle olmuştur bu: “Yazılı felsefe 2500 yılı aşkın bir süre önce başlamasından günümüze dek bulaşıcılığını koruyabilmesini, metinler aracılığıyla dost edinme yeteneğinin kazandığı başarılara borçludur.”
Dostların “aşina” olması hiç gerekmemektedir kolayca anlaşılacağı gibi, mektup alımlandığı, okunduğu yerde amacına, yani dostuna ulaşmıştır.

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Beşir Fuad'ın Voltaire'i


EVİNDAR A. DURAN
Osmanlı’da felsefe var mıydı? Bu soru, aksini güçlü ve etkili biçimde savunanlara rağmen, “Yoktu” cevabını bekler ve ardında, söyleyenine göre değişen duyguları barındırır: Olmasını arzulayanlar için hayıflanma, olamayacağından emin olanlar için küçümseme... Cevap, aynı zamanda düşünce yokluğunu da ima eder; “Yaşıyorlardı, bir şeyler yapıyorlardı ama düşünmüyorlardı” denilmektedir özetle. “Doğulu düşünmez” kaba şarkiyatçı nutkunun büründüğü binbir biçimden biridir bu. Dimitri Gutas’ın başlangıç zamanlarından bugüne doğru gelen araştırmalarında varlığı görülen Osmanlı medreselerindeki felsefe geleneğini ya da Süleyman Hayri Bolay’ın Hilmi Ziya Ülken ekolü diyebileceğimiz tarzıyla savunudğu “Elbette vardı, hem de her devirde” yanıtını bir kenara bırakalım, bugünden geriye giden araştırmalar “Yoktu” hazır cevabının gücüne pek bir kapılmış gibidir.

**

Soruyla başladık, soruyla devam edelim: Diyelim ki felsefe yoktu gerçekten, düşüncenin olmaması mümkün mü? Osmanlı nasıl düşünürdü, neyle düşünürdü, düşündüklerini biz nerede, nasıl buluruz? Bu soruları ciddiye alıp yanıtlamaya çalıştığımızda elbette öncelikle tarih ve edebiyatla karşılaşacağız. Ancak bu kısa yazının konusu bu değil; daha çok kavramsal alanla ilgili, o alanda iş görmeyi amaçlayan yani felsefe alanına girecek ya da felsefeyle ilişkilendirilecek çalışmalar.
Tuhaf görünecek bir cevap verelim: Felsefe belki vardı, belki yoktu, ama felsefe kitapları vardı, en azından son dönem adlı adınca vardı. “Yoktu” cevabının gediklileri için bu durumu değiştirmez, o felsefe kitaplarında felsefenin lafzı vardır, kendi değil. Buradaki nutuk da bilinir: “Ahmet Mithat Efendi, Beşir Fuad, Mehmet Emin Erişgil, Abdullah Cevdet, Rıza Tevfik, ve ilah. filozof olmadıkları, olamadıkları (!) gibi, felsefeyi de anlamamışlardı.” Bu çok çiğnenmiş kalıp söz, sadece belirli bir felsefe tanımına yaslanarak daha uzun süre yaşacağa benzer.

Bir eylem ve felsefe adamı olarak Sartre

Ağır bir kitap hakkında hafif bir yazı ya da Varlık ve Hiçlik çevirisine övgü

EVİNDAR A. DURAN
Varlık ve Hiçlik, efsane bir yazarın elinden çıkma efsane bir felsefe kitabıdır; geçen yüzyılın diğer bir büyük varoluşçu metni olan Heidegger’in yine bir efsane olan Varlık ve Zaman’ından 16 yıl sonra, 1943’te, ikinci dünya savaşı yıllarında kaleme alınan ve basılan bir efsane.

*

Kitap, Jean Paul Sartre efsanesinin büyüyüp neredeyse bütün dünyayı ve elbette Türkiye’yi de kapladığı yıllar boyunca, efsanenin efsanesi olarak konuluşup durdu. Sartre efsanesinin Türkiye’de iki yönü öne çıktı: O elbette önemli bir felsefeci olarak anılıyordu ama Türkiye’de iki yönü, felsefesinin hem gereği hem de araçları olan iki yönü, romancılığı ve eylem adamlığı yönleri, felsefesinin kavramsal yönlerinden daha önde oldu hep. Bu da bir bakıma doğaldı, öncelikle salt kavramsal düşünmeye, felsefeye belli bir mesafesi olan bir kültür iklimiydi bizimki; buna karşılık eylem ya da ürün içinde somutlaştırılmış düşünceler, başka deyişle eylem ya da ürün aracılığıyla, eylem ya da ürün içinde, eylem ve ürün olarak serimlenen düşünceler her zaman daha ilgi çekiyordu. Sartre’da ikisi de vardı: Hem bir eylem adamıydı o, hem de edebi metinler üretiyordu. Edebiyat aracılığıyla düşünmeyi bilen, düşüncelerini edebiyat aracılığıyla serimlemeyi seven, edebiyatla örneğin politika yapmakta bir hayli ustalaşmış yazar ve okurların bulunduğu bir ülkede Sartre, sadece dönemin Avrupa ve dünya modalarının etkisiyle değil, onlardan bağımsız biçimde de görebileceği bir ilgiyi görüyordu. Üstelik ülke, 1960’ların başından itibaren, 1980’de bir askeri darbeyle kesildiğinde artık bir iç savaş halini almış bulunan bir politik mücadeleler çağına giriyordu, bu nedenle, eylemleri de felsefesinin bir boyutu ve anlatımı olan bir filozof, felsefesini edebiyat kalıbına da dökebilen bir yazar hemen her şeyiyle efsaneye dönüşebilirdi, dönüştü. “Türkiye bir Sartre çağı yaşamıştır” demek bugün abartılı görünebilir, ama Türkiye’de bir Sartre kuşağı oluştuğunu, 1950’lerden itibaren okuma yazma ve eylem dünyası içinde yer almış hemen herkeste bir Sartre izi bulunduğunu söyleyebiliriz. O dönemde romanları, öyküleri, oyunları peş peşe basıldı, eylemleri, açıklamaları gecikmeden haberleşti, konuşuldu, tartışıldı, özdeyişleri dilden dile gezdi, yazarların, şairlerin eserlerinde yankı buldu.

‘Seyahatname’ okunmaz, yaşanır

EVİNDAR A. DURAN
Evliya Çelebi, yani o ünlü Seyahatname bugün okunabilir mi? Erken, basit ve kesin bir yanıt verelim: Hayır! Ancak, “Bugün okunabilir mi” sorusu, geçmişte okunabilir olduğu çağrışımına yol açmamalı, “Evliya Çelebi geçmişte okunabilir miydi, en azından kendi döneminde?” sorusunun yanıtı da yine aynı olmak zorundadır: Hayır! Elbette Evliya’nın kendi dönemindeki bir okur yazar Osmanlı, baştan başlayıp son sayfasına kadar Seyahatname’yi sıkıntı çekmeden kıraat edebilirdi; sonraki dönemlerde de bu türden okur yazarlar olmuştur, şimdi de azımsanmayacak sayıda kişi (elbette hemen tamamı uzman olan kişiler) aynı şeyi yapabilir, yapıyor da. Ancak yine de Seyahatname okunmuş olamaz, olmuyor: Zira Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi hem Türk yazı tarihinin, hem çok sayıda büyük gezgin yetiştiren İslam yazı tarihinin hem de Batı (Avrupa) yazı tarihinin benzer örneklerinden köklü biçimde ayrılır. Seyahatname’yi alışkanlık gereği ‘seyahat türü’nün bir örneği sayabiliriz tabii ki, ama onu bu rafa koyduğumuz anda oraya sığmadığını, her yandan taştığını da hemen fark ederiz. Evliya Çelebi’nin ‘Seyahatname’si seyahatnameyse örneğin Makro Polo seyahatnamesi küçük bir dipnot olarak kalır, örneğin hatta o koca İbni Battuta seyahatnamesi bile silikleşmeye başlayabilir. Son ikisi, örneğin, çok kolay çevrilebilir, çok kolay okunabilir; hem kendi dillerinde, hem çevrildikleri dillerde uzman olsun olmasın, tutkusu bulunsun bulunmasın her tür meraklı okur için zorluk çıkarmayan seyahat türünün örnekleridirler, önemlidirler de elbette. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’ni aynı isimli metinlerden ayıran şey, ne tek başına tarihsel önemi, ne kapsamı, ne hacmidir.

George Dumezil anlatıyor, altın kuşağın kızı not tutuyor


George Dumezil, Türkçe okur yazarların adına aşina olduğu, ama çağının diğer Fransız kalem erbaplarının aksine Türkiye’de modalaşamamış bir isim; son derece üretken olmasına ve ürünlerinin önce Fransa’da, ardından diğer Batı ülkelerinde ciddi yankılar yaratmasına rağmen Türkiye’de eserlerine yönelik bir rağbet nedense oluşmamıştır. Örneğin, yapısalcılığın kurucu babası (Evet, Ferdinand Saussure’den, Claude-Lévy Strauss’tan evvel) sayılan bu çok yönlü sosyal bilimcinin temel yapıtları çevrilmemiştir.
Bu ilgisizliği ya da yarım ilgiyi tuhaflaştıran bir şey daha var: Dumezil buralara o kadar ‘yabancı’ da sayılmayacak bir isim, Türkiye’de beş yıl ders vermiş... Kafkas dillerine ilişkin araştırmaları için defalarca gelip gitmiş, bir Türkiye vatandaşıyla, Ubıhçayı konuşabilen son insan olan Tevfik Esenç’le uzun yıllar teşriki mesaide bulunarak bu dilin en azından kayıtlarda yaşamasını sağlayan çalışmalara imza atmıştır. Dilbilimci, sosyolog, dinbilimci-din tarihçisi (kendisine metatarihçi dermiş) gibi sıfatlarla anılan bu ünlü ve çalışkan, Ali Akay’ın bu yazıda tanıtılan kitaptaki makalesinde ‘bilim sanatçısı’ diye tanımladığı Dumezil’in eserlerinin çevirisini beklerken çok hoş bir sürprizle karşılaştık: Dumezil’in ilk defa Türkçede çıkan bir kitabı var elimizde artık, Fransızcası olmayan, yazarın kendisinin de uzun ömrü içinde, 1986’da 88 yaşında öldüğü zaman haberdar olmadığı, olamayacağı bir kitap: Belkıs Halim Vassaf’ın Defterinden Dumezil’in Sosyoloji Dersi Notları...

5 Ağustos 2011 Cuma

Eve giderken yanıma bir Issız Ada alırım!

Felsefede, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, geçen yüzyılın ikinci yarısında tuhaf şeyler olur; o vakitlere kadar ‘filozof’ denildiğinde hiç akla gelmeyecek tarzlarda yazan, çizen, konuşan bazı düşünürler öne çıkmaya başlar. Bunlardan biri de Gilles Deleuze’dür. Benzer isimlerden biri, bir başka Fransız düşünürü Michel Foucault onun için, “Gün gelecek, yirminci yüzyıl Deleuze’cü bir çağ olarak anılacak” diyecektir. İlk kitabı Ampirizm ve Öznellik, Hume üzerine bir araştırmadır. Spinoza, Leibniz, Kant, Bergson, Nietzsche gibi filozoflar, Kafka ve Proust gibi yazarlara ilişkin araştırmalarıyla yürüttüğü çalışması içinde, kendi çizgilerini de oluşur; araştırması bir yanıyla felsefe tarihinde sürekli bir çıraklık hali gibidir, filozofların ürettikleri kavramları, kavram üretme biçimlerini inceler, teşbihte hatayı göze alırsak, onların kavramlarını tek tek söküp yerine takarken, kendi kavramlarını da oluşturur. Her filozofun çalışmasına her yöneldiğinde, düşüncenin Batı tarihi içinde felsefe olarak şekillenirken aldığı yolu baştan başa kat eder; derdi filozofları açıklamak, anlatmak değil, ne yaptıklarını, nasıl yaptıklarını görmek/göstermektir. Onlarla birlikte (yeniden yeniden) düşünmekte, felsefi düşüncenin ana işi olduğunu savunduğu kavramlarla güncel olay ve olgulara eğilmektedir.